#MeToo hareketi sadece feminist bir devrim değil. Bu hareket sayesinde iktidar hiyerarşileri sarsıldı; erkeklerin gücünü patriyarkadan alan davranışları sorgulandı; cinsel taciz ve cinsel saldırı konularında bilinçlenme arttı. Erkeklerin kadınlarla kurdukları iletişim biçimlerini değiştiren, kurumların uygunsuz davranış ve cinsel taciz vakalarını daha etkin bir şekilde ele almalarını sağlayan #MeToo’nun toplum üzerindeki etkisi birçok açıdan olumlu oldu. Cinsel tacize uğrayanların bu durumu polise bildirmeleri, yargı önünde haklarını aramaları çok önemli. Artık daha fazla sayıda kadın görünür olmaya cesaret ediyor, hikayesini paylaşma gücünü buluyor. Tüm bunlar, olumlu ve önemli gelişmeler.
Öte yandan #MeToo hareketinin sorunlu yanları da var. Bunlardan biri de haksız yere suçlanan erkekler. Hayatları ve kariyerleri biten, itibarları yerle bir olan erkekler. Tek bir kanıt sunulmadan kişisel çıkarlar uğruna feda edilen erkekler. Bu ödenmesi gereken bir bedel mi? Hayır. İnsanların hayatları herhangi bir hareketin çıkarları uğruna harcanabilecek bozuk para değil. Buna rağmen #MeToo adına hayatların değersizleştirildiği, gözden çıkarılabildiği birçok vaka var. Hukuku hiçe sayarak adaleti sağlama görevini kendi üzerine alan kişilere bunca hoşgörü gösterilmesi, hatta bu kişilerin teşvik edilmesi ise son derece korkutucu. Ya da aktivizm adı altında masum insanların kamusal alanda aşağılanması, yaftalanması. Yanlış anlaşılmasın. Amacım #MeToo hareketini eleştirmek değil. Karşı çıktığım masum insanların “sahte-feminist” gündemlere alet edilmesi; yargısız itibar suikastı yapmaya, kitlesel linç ayinine katılmaya hazır bunca insan olması.
Bu konuda benim yaşadığım bir deneyim de var. Son iki buçuk yıldır (2018-2020 arası) haksız yere suçlanıyorum. Yargılanmadığım ve herhangi bir hüküm giymediğim halde bir suçlu muamelesi görüyorum. Normal koşullarda özel hayatın “özel” kalması gerektiğine inanırım. Ama bu durumda konuyu kamusal alana taşımaktan başka bir seçeneğim yok. İlişki yaşadığım bir kadının aramızdaki ilişki bittikten sonra yaymaya başladığı ve bana büyük zarar veren asılsız iddialarla başka şekilde başa çıkmam imkansız. Benim “hüküm giymiş bir cinsel tacizci” olduğum yönündeki bu iddialar, tek bir kanıt olmadığı halde hiç sorgulanmaksızın kabul edildiği için sosyal medyada çok yoğun bir iftira ve karalama kampanyasına maruz kaldım. Söz konusu kişi, çalıştığım kurumlara da bu asılsız iddiaları içeren mektuplar yollayarak “siyasi doğrucu” duyarlıklara sahip meslektaşlarımın benimle işbirliği yapmaktan kaçınmalarını sağlamaya, güncel bir terimle ifade edecek olursak beni “iptal ettirmeye” (cancel culture) çalıştı.
Bu kişi asılsız iddialarını yaymayı sürdürdüğünden kendisine İsveç’te “ağırlaştırılmış/nitelikli iftira” suçu kapsamında ceza davası açtım. Bireylerin kendilerini savcı ya da yargıç yerine koyma hakkı yoktur. Adaleti sağlamak, hukuk sisteminin görevidir.
Hukukun en temel ilkelerinden biri de “masumiyet karinesi”, yani suç kesinleşmediği sürece kimsenin hükümlü (ya da fail) sıfatıyla değerlendirilemeyeceğidir. Savcılık, isnat edilen suçun her unsurunu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kanıtlamakla yükümlüdür. Ancak sosyal medyada hakim olan zihniyet bunun tam tersidir; suçlanan kişinin suçsuz olduğunu kanıtlaması beklenmektedir. Bu, içinden çıkılması mümkün olmayan bir bubi tuzağıdır. Kendini savunmaya, suçsuz olduğunu kanıtlamaya çalışan kişi bir kadına “yalancı” demiş sayılacak, böylelikle #MeToo hareketinin hesaplaşmaya çalıştığı yapısal sorunları yeniden üretmekle itham edilecektir. Söyleyeceği her şey aleyhine kullanılacaktır (bu metnin de aynı şekilde kullanılacağından kuşkum yok). Öte yandan söz konusu kişi kendini savunmaz, suçlamaları reddetmezse, bu kez suçlu olduğunu kabul etmiş sayılacaktır. Asılsız iddialar içeren tek bir email bile bu kişiyi itham altında bırakmaya yetecek, işverenlerinde ya da birlikte çalıştığı meslektaşlarında bu kişiyle ilişki kurmaları halinde kendilerinin de suçlu konumuna düşebileceği yönünde bir korku doğuracaktır.
Peki böyle bir durumda ne yapmamız gerekir? Yanıt basit: Masumiyet karinesi ilkesine sahip çıkmalı, kendimize bir kişinin aksi ispat edilene kadar suçsuz olduğunu hatırlatmalıyız. İşyerleri sadece taciz ve cinsel taciz iddialarını soruşturmakla değil, suçlanan kişi lehine kanıt ve tanıklıkları değerlendirmekle de yükümlüdür. Benim durumumda işveren bu yükümlülüğünü yerine getirmemiş, sunulan kanıtları değerlendirmekten ve nesnellikten uzak, son derece yetersiz bir idari soruşturma yürütmüştür. Bu soruşturmanın sonucunda verilen karar bana büyük zarar vermiştir, hala da vermektedir.
Son olarak vurgulamak istediğim şu. Her suçlanan kişinin suçlu olduğunu varsaymayın. Özellikle de ortada isnat edilen suçu kanıtlayan bir delil ya da hukuki karar yoksa. Bir meslektaş olarak, bir dost olarak, içi boş, asılsız iddialara kanmama yürekliliğini gösterin. Linççi güruha katılıp suçlanan kişiyi “sosyal ölüme” mahkum etmeme cesaretine sahip olun.
Umut Özkırımlı
İkinci bir metinde “birlikte çalışmaya başlamadan önce” ilişki yaşadığım bu kişinin bana yönelik asılsız taciz/cinsel taciz iddialarını ve bu iddiaların bana verdiği zararı detaylarıyla anlatıyorum. Hikayenin benim tarafını duymak isterseniz, bu link’ten ulaşabilirsiniz.